Image
1 Ağustos, 2023

ZAMAN TELAKKİMİZ VE RAMAZAN

Okuma Süresi: 5 Dakika.

İÇİNDEKİLER

Zamana anlam vermek

Ramazan, “mübarek ay”

Kur’ân ayı

Oruç ayı

Ramazan’ın üstünlüğü

İki fazilet birleşince


Her milletin ve kültürün kendine göre değerli ve anlamlı zaman dilimleri vardır. Bağımsızlığına kavuşmak, tarihî bir zafer kazanmak yahut bir felaketten kurtulmak gibi o milletin tarihinde dönüm noktası niteliğindeki olayların cereyan ettiği günleri sembolize ettiği için anlamlıdır, önemlidir onlar.

Ancak her milletin kendisi için son derece önemli olsa da, bu zaman dilimleri başka milletler ve kültürler için ayrıcalıklı bir anlam ifâde etmeyebilir. Din’in “mübarek” dediği zaman dilimleri ise böyle değildir. Onların milletler ve kültürler üstü bir anlamı ve kuşatıcılığı vardır. İdrakiyle müşerref olduğumuz Ramazan ayı da Yüce Dinimizin “mübarek” olduğunu bildirdiği bu müstesna zaman dilimlerindendir.

Ramazan’ın öneminin, farz kılınan oruç ibâdetinin bu ayda yerine getirilmesinden kaynaklandığı yaygın olarak düşünülse de, aslında mesele pek öyle değildir. Doğrusu şu ki, Ramazan kendi başına mübarek ve değerli bir aydır, oruç da kendi başına önemli bir ibâdettir. Bu iki müstesna kutsiyet bir araya geldiğinde ortaya çıkan “Ramazan orucu” olgusu, mü’minler için hem emsalsiz bir lütuf, hem de emsalsiz bir fırsat olarak anlam kazanmaktadır.

Esasen Müslümanlar olarak bizim zaman ve mekân anlayışımız, temelde diğer inanç kesimlerinden farklı olan “varlık” anlayışımızın bir uzantısıdır. Biz zamana ve mekâna başkalarının yüklediğinden çok farklı anlamlar yükleriz. Zira biliriz ki zamanı da mekânı da var eden Yüce Allah onlara nasıl bir anlam yüklemiş ise, aslolan odur. O, birtakım zaman dilimlerini ve mekânları diğerlerinden ayırarak farklı bir renge boyamış, ayrı bir muhteva ile donatmışsa, o, varoluştan öyle demektir ve bu gerçek herkes için ortak bir bağlayıcılık ifâde eder. Esasen varlığa, zamana ve mekâna O’ndan başkasının anlam yüklemesi söz konusu değildir.


Zamana anlam vermek

Evet, Ramazan “mübarek” bir aydır. Bu doğru; ancak bir doğru daha var: Ramazan, Efendimiz (s.a.v)’in haber vermesiyle mübarek olmuş değildir. O, zamanın var edildiği demden bu yana mübarektir. Efendimiz (s.a.v) ise sadece bu gerçeği bize ve tüm insanlığa hatırlatmıştır.

Aynı durum Kadir gecesi için de söz konusudur. Bu gece, İslâm gelene kadar sıradan bir gece iken İslâm’la birlikte kutsiyet kazanmış değildir. O, başından beri “bin aydan hayırlı” bir gecedir. Kur’ân sadece bu ezelî ve ebedî hakikati bir kere daha haber vermiş olmaktadır.

Buradan elde ettiğimiz netice şudur: Zamanın sahibi (c.c), zamanın bazı dilimlerine hususî bir mazhariyet nasip etmiştir. Bu mazhariyetin bize bakan yüzünde birtakım önemli hadiselerin o zaman dilimlerinde vuku bulmuş olduğu gerçeği yer almaktadır. Yani bizler o zaman dilimlerini, o müstesna olayların zarfı oldukları hakikatine bakarak idrak etmeye çalışırız. Hakikat-i halde bu zaman dilimlerinin ayrıcalıklı kılınmasındaki sırr-u hikmeti Allah Teâlâ bildirmedikçe bilmemiz mümkün değildir.

Hakikat-i hali bilsek de bilmesek de, ayrı bir hususiyeti haiz bulunduğu mülahazasıyla bu zaman dilimlerini ihyâ etmek, fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun davranıştır. Ümmet-i Muhammed (s.a.v) bu gerçeği idrak eden tek ümmet olarak hikmet yolunun biricik yolcusudur.


Ramazan, “mübarek ay”

Hiç şüphe yok ki Ramazan, her şeyden önce Kur’ân ayı olması hasebiyle farklı bir üstünlüğe sahiptir. Ama şu da bir gerçek ki, Kur’ân’ın nüzûlünden önce de Ramazan faziletli bir zaman dilimiydi. Kur’ân’dan önceki kitapların, Tevrat, Zebur ve İncil’in, hatta Hz. İbrahim (a.s)’a verilen sahifelerin Ramazan ayında inzal buyurulduğunu haber veren rivâyetler bu gerçeği açık bir şekilde önümüze koymaktadır.[1]

Bütün bu müstesna olayların Ramazan ayında vuku bulmuş olması şüphesiz ilâhî takdirin bir gereğidir. Tıpkı Aşure günü gibi. Ramazan orucu farz kılınmadan önce Aşure günü orucu farz idi. Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicretinden önce de, sonra da bu gün oruç tutmaya devam etmişti. Hicretten sonra Medine’ye geldiğinde Yahudilerin de bu günü oruçlu geçirdiklerini gördü. Onlara Aşure günü oruç tutmalarının sebebini sorduğunda, İsrailoğulları’nın Hz. Musa (a.s)’ın önderliğinde Kızıldeniz’i geçip Firavun’un zulmünden kurtuluşunun bugüne tesadüf ettiğini, Hz. Musa (a.s)’ın bu olaydan sonra bu günü oruçla ihyâ ettiğini söylediler. Efendimiz (s.a.v) de “Biz Musa’ya şüphesiz sizden daha yakınız.” buyurarak ashabına da Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure günü orucunu tutmalarını emir buyurdu.[2]

Bir başka rivâyette Yahudiler Hz. Nuh (a.s) ile kendisine inananların bindiği sefine-i necâtın, Cudi Dağı’na oturduğu günün de Aşure günü olduğunu ve Hz. Nuh (a.s)’ın bir şükür nişanesi olarak bu günü oruçla geçirme konusunda hassas davrandığını söylemişlerdir.[3] Onların verdiği bu haber doğru olsun veya olmasın, burada önemli olan, Efendimiz (s.a.v)’in Aşure günü hakkında söyledikleridir. Nitekim Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “(Benden önceki) Peygamberler Aşure günü oruç tutmuşlardır. Binaenaleyh siz de o gün oruç tutun.”[4]

Burada hemen belirtelim ki, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra Aşure günü orucunun farziyeti kalkmıştır. Dileyen müstehap bir ibâdet olarak bugünü oruçlu geçirebilir, dileyen oruç tutmaz.

İşte Ramazan ayının hususiyeti de böyledir. Ramazanın “Kur’ân ayı” olması hasebiyle bizim için şüphesiz çok ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ancak bu ayın kudsiyetinin Kur’ân’ın Efendimiz (s.a.v)’e nâzil olmadan önce de sabit bulunduğunu bilmekte fayda var. Kur’ân’ın nüzûlüyle birlikte bu kudsiyetin kat kat arttığı ise izahtan varestedir. Nasıl ki bu ümmet “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” ise,[5] Ramazan da bu ümmete gönderilen Kur’ân ile ve bu ümmetin mazhar kılındığı diğer faziletlerle birlikte apayrı bir efdaliyet kazanmıştır. Bunların başında Ramazan’ın bir “Kur’ân ayı” olduğu gerçeği gelmektedir.


Kur’ân ayı

Ramazan’a “Kur’ân ayı” denmesinin üç sebebi vardır.

Birinci sebep şudur: Bilindiği gibi bi’set öncesi (kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce) Efendimiz (s.a.v), her Ramazan ayında Hira Dağı’na gider, buradaki bir mağarada inzivaya çekilir, tefekküre dalardı. Bu inziva ve tefekkür süreci genellikle bütün bir ay boyunca devam ederdi. Azığı tükendiğinde Mekke’ye gelir, azık tedarik edip tekrar dönerdi.

Hira Dağı’ndaki mağarada geçirdiği bu tefekkür sürecinin ardından Mekke’ye dönen Efendimiz (s.a.v), önce Kâbe’ye gider, tavaf yapar, sonra evine, Hz. Hatice (r.anha) validemizin yanına giderdi.

“Oku!” diye başlayan Alak sûresinin ilk âyetleri, yine böyle bir Ramazan ayında Hira Dağı’nda tefekkür hâlindeyken Efendimiz (s.a.v)’e nâzil olmuştur.[6] Ramazan’ı “Kur’ân ayı” yapan ilk hususiyet budur. Yani ilk Kur’ân âyetinin Efendimiz (s.a.v)’e Ramazan ayında indirilmiş olması dolayısıyla Ramazan “Kur’ân ayı”dır.

İkinci hususiyete gelince; rivâyetlerin bildirdiğine göre Yüce Kitabımız, Levh-i Mahfuz’dan dünya semâsındaki Beyt-i İzzet’e Ramazan ayında toptan indirilmiştir. Buradan da Efendimiz (s.a.v)’in bi’setinden sonra ilâhî takdir doğrultusunda Cebrail (a.s) tarafından parça parça yeryüzüne indirilmiştir.[7]

Kur’ân-ı Kerîm’in Beyt-i İzzet’e toptan indirilmek sûretiyle dünya semâsını teşrif edişi cihetiyle de Ramazan “Kur’ân ayı”dır.

Üçüncü sebep ise Cebrail (a.s) ile Efendimiz (s.a.v)’in, Kur’ân’ı her sene Ramazan ayında mukabele etmeleri, yani birbirlerine okumalarıdır. Her sene Ramazan ayında vuku bulan bu mukabelede, o zamana kadar inmiş olan Kur’ân âyetlerini önce Cebrail (a.s) okur ve Efendimiz (s.a.v) dinler, sonra da O okur, Cebrail (a.s) dinlerdi. Efendimiz (s.a.v)’in vefatından önceki Ramazan ayında bu mukabele, her birinin ikişer kere okuması sûretiyle 4 kere vuku bulmuştu. Efendimiz (s.a.v), bu olaydan, vefatının yaklaştığı sonucunu çıkarmıştı.[8]

Efendimiz (s.a.v) terk-i dünya ettikten sonra Sahâbe ve onlardan sonraki kuşaklar asırlar boyunca Ramazan’da Yüce Kur’ân’ı hatmetme uygulamasını devam ettirmişlerdir. Yüce Mevla’ya sonsuz hamd-ü senalar olsun ki bu kutlu gelenek bugün de devam etmektedir. Ramazan gelince camilerde ve evlerde mukabeleler okunması, hatimler indirilmesi geleneğinin kaynağı ve Ramazan’ı “Kur’ân ayı” yapan üçüncü hususiyet de budur.


Oruç ayı

Ramazan ayının faziletinin orucun bu ayda farz kılınmış olmasıyla elbette bir ilgisi vardır. Kur’ân’ın indirildiği ay olmasının yanı sıra Ramazan, orucun da farz kılındığı ay olması itibariyle apayrı bir hususiyet kazanmış olmaktadır.

Orucun başlı başına faziletli bir ibâdet olduğunu anlatan rivâyetlerden birisi şöyledir: Sahâbe’den Ebû Ümâme (r.a), Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! Bana bir amel emredin.” dedi. Efendimiz (s.a.v), “Oruç tut. Çünkü oruca denk bir ibâdet yoktur.” buyurdu. Ebû Ümâme (r.a), aynı soruyu tekrar tekrar sorduysa da Efendimiz (s.a.v)’in cevabı değişmedi.[9]

Ebû Ümâme (r.a), Efendimiz (s.a.v)’in bu tavsiyesine öylesine titizlikle riâyet ediyordu ki, evinin bacasından gündüz duman çıktığı görülmezdi. Çünkü gündüz evinde yemek pişmezdi. Arada bir bacasından duman çıktığını görenler, Ebû Ümâme (r.a)’ın evine misafir geldiğini anlardı.[10]

Orucun başlı başına efdal bir ibâdet olduğunu beyan sadedinde Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun her amelinin karşılığı kat kat verilir. Bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Allah Teâlâ, “Ancak oruç hâriç. Çünkü o, benim içindir. Onun mükâfatını da ben veririm. Oruçlu, cinsel arzularını ve yeme (içme)sini benim için terk eder.” buyurmuştur. Oruçlu için iki sevinme zamanı vardır: Biri iftar ettiği, diğeri de Rabbine kavuştuğu andır. Şüphesiz ki oruçlu kimsenin ağzının kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.”[11]

Nafile ibâdet olarak tutulduğunda, sahibini cehennemden yetmiş yıllık mesafede uzak tutan oruç,[12] Ramazan ayının farzı olarak tutulduğunda elbette hesapsız bir mükâfatın vesilesi olacaktır. Zira burada Ramazan’ın faziletiyle farz orucun fazileti bir araya gelmiştir.

Ramazan’ın üstünlüğü

Ramazan ayı girmeden önce Efendimiz (s.a.v) onun yaklaşmakta olduğunu ashabına müjdeler; ashab da, Ramazan-ı şerifi idrak edecek olmanın heyecanını aylar öncesinden yaşamaya başlardı.

Bir rivâyette Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. O ay içinde bir gece vardır ki, bin aydan hayırlıdır. O öyle bir aydır ki, Allah, gündüz orucunu farz, gece ibâdetini nafile kılmıştır. O ay içinde nafile bir hayır işleyen, diğer aylarda bir farzı yerine getirmiş gibi olur. O ayda bir farzı yerine getiren, diğer aylarda yetmiş farzı edâ etmiş gibi sevap alır. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, yardımlaşma ayıdır. O ayda mü’minin rızkı bereketlendirilir. Ramazan’da kim bir oruçluya iftar verirse, bu, günahlarının bağışlanmasına, cehennemden azat olmasına sebep olur ve (iftar verdiği) oruçlunun sevabından hiçbir şey eksiltilmeksizin onun sevabı kadar sevap alır.”

Efendimiz (s.a.v) sözün burasına geldiğinde orada bulunanlar, “Ey Allah’ın Resûlü! Bir oruçluya iftar verecek bir şeyi hepimiz bulamıyoruz (aramızda çok sayıda fakir var; onlar başkalarına iftar yemeği verecek kudrete sahip değil)” dediklerinde Efendimiz (s.a.v), “Allah bu sevabı, oruçlu bir kimseyi bir hurma veya bir içim suyu yahut bir yudum süt ile iftar ettirene de verir.” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden kurtuluştur. Bu ayda kölesinin yükünü hafifleteni Allah bağışlar ve cehennemden kurtarır. Ramazan ayında dört şeyi çok yapın. Bunlardan ikisini yapmakla rabbinizi razı edersiniz; diğer ikisini yapmaktan da müstağni kalmamalısınız. Rabbinizi razı edeceğiniz iki haslet şunlardır:

  1. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmek.
  2. Allah’tan bağışlanma dilemek.

Müstağni kalmamanız gereken iki haslete gelince,

  1. Allah’tan cenneti istersiniz.
  2. Cehennemden O’na sığınırsınız.

Kim bir oruçluya su verirse, Allah ona havzımdan öyle bir şerbet içirir ki, cennete girinceye kadar bir daha susamaz.”[13]

Gerek bu hadiste, gerekse Ramazanın faziletiyle ilgili diğer pek çok rivâyette, bu ayda işlenecek güzel amellere kat kat sevap verileceğinin vurgulanmış olması, bu ayın kendine özgü fazilet ve ayrıcalığını anlatmaktadır. Bu sebeple Selef’ten bazıları, yıl içinde 6 ay Ramazan’a kavuşmak için dua eder, Ramazan’ı idrak ve ihyâ ettikten sonra da senenin kalanında bu ayda işledikleri amellerin kabulü için dua ederlerdi. Bu meyanda Hz. Ali (r.a) efendimizin şu uyarısı kulaklara küpe olacak mahiyettedir: “Amelinizin kabulü için, amel işlemekten daha fazla ihtimam gösterin. Allah Teâlâ’nın, “Allah ancak müttakilerden (ameli) kabul eder”[14] buyurduğunu görmez misiniz?”[15]

Ramazan ayının kendi başına efdaliyete sahip bir ay olduğunu gösteren bir diğer husus da şudur: Eğer Ramazan’ın hususiyeti oruçla doğrudan bağlantılı olsaydı, meşru mazeretleri sebebiyle oruç tutamayanların bu ayın feyiz ve bereketinden mahrum olmaları gerekirdi. Oysa bu durumdaki kimseler dahi Ramazan’ın evvelindeki rahmetten, ortasındaki mağfiretten ve sonundaki “günahlardan kurtuluş” müjdesinden mahrum bırakılmazlar.

İki fazilet birleşince

Yukarıdan beri anlattıklarımızdan ortaya çıkmış olmaktadır ki, Ramazan ile farz oruç iki ayrı efdaliyetin adresidir. Ramazan’da meşru bir mazereti sebebiyle oruç tutamayanlar bu ayın faziletlerinden mahrum kalmadığı gibi, orucun, sahibinin bağışlanmasına vesile olması için Ramazan’da tutulmuş olması da şart değildir. Bununla birlikte Ramazan ve oruç bir araya geldiğinde ortaya çıkan feyiz, bereket, sevap ve mükâfat hiçbir şeyle ölçülemez.

Ulemâ, amellere kat kat sevap verilmesine birkaç hususun vesile olduğunu tespit etmiştir. Bunları kısaca şu şekilde ifâde edebiliriz:

  1. Amelin, hususiyeti olan bir mekânda işlenmiş olması. Efendimiz (s.a.v)’in şu hadisi bu hususa delâlet etmektedir: “Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, sair mescitlerde kılınan bin namazdan daha hayırlı (sevaplı)dır. Sadece Mescid-i Haram bunun istisnasıdır.”[16]

Namaz aynı namaz, kılan kişi de aynı kişi olduğu halde, Mescid-i Haram’da veya Mescid-i Nebî’de kılınan bir namaz diğer mescitlerde kılınan namazdan bu kadar efdal ve sevaplıdır. Bu, başka değil, sadece o namazın kılındığı mekânın üstünlüğünden kaynaklanan bir durumdur.

  1. Amelin, hususiyeti olan bir zamanda işlenmiş olması. Yukarıda naklettiğimiz hadiste geçen, “O ay içinde nafile bir hayır işleyen, diğer aylarda bir farzı yerine getirmiş gibi olur. O ayda bir farzı yerine getiren, diğer aylarda yetmiş farzı edâ etmiş gibi sevap alır” şeklindeki Nebevî müjde bu durumu ifâde etmektedir.

Aynı şekilde Efendimiz (s.a.v)’e hangi sadakanın efdal olduğu sorulduğunda, “Ramazan’da verilen sadaka” cevabını vermesi de,[17] amelin kat kat sevapla mukabele görmesinde, işlendiği zamanın önemini anlatmaktadır. Yine Efendimiz (s.a.v)’in Ramazanda yapılan umrenin hac kadar sevaplı olduğunu ifâde buyurmuş olması da[18] aynı hakikati dikkatlerimize sunmaktadır.

  1. Ameli işleyen kişinin fazileti. Allah Teâlâ katında en üstün kişi, takvası en fazla olan kişi olduğuna göre,[19] elbette Allah Teâlâ, Yüce Zatına yakın olan kullarının amellerine, diğerlerine oranla daha fazla ehemmiyet ve sevap verir. Nitekim Ümmet-i Muhammed’in amellerine, diğer ümmetlere verilenden kat kat fazla sevap veriliyor olması da[20] bu gerçeğin ifâdesidir.

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda önümüze çıkan gerçek şudur:

Ramazan başlı başına faziletli bir zaman dilimi, oruç başlı başına efdal bir amel iken, bu ikisi birleşince mü’minin önüne emsalsiz bir fırsat iklimi çıkmaktadır. Ramazan ayı, oruç ibâdetiyle ayrı bir anlam ve derinlik kazanmaktayken, bunun üstüne okunan Kur’ânların, yapılan infak ve hayr-u hasenâtların, tevbe-istiğfarların, her zamankinden daha faziletli, sevaplı ve tesirli olmasına şaşmamak gerekir. Bütün bunların üstüne bir de Kadir gecesinin tan yeri ağarana kadar süren bereket, mağfiret, bağış ve müjde dolu iklimini eklediğimizde, bu aydan nasibini alamayanlar rahmetten kovulmayı gerçekten hak etmiş demektir. Efendimiz (s.a.v) bir Cuma günü minbere çıkarken birinci basamağa ayağını attığında “Âmin” dedi. İkinci ve üçüncü basamaklarda da aynı sözü tekrarladı. Daha sonra cemaate dönerek şöyle buyurdu: “Cebrail bana geldi ve ‘Ey Muhammed! Kim Ramazan’a erişir de bağışlanmazsa (bağışlanmasına vesile olacak amelleri işlemeyip bu ayı gafletle geçirirse) Allah onu (rahmetinden) uzaklaştırsın’ dedi. Ben de ‘Âmin’ dedim…”[21]

Ebubekir Sifil, Hikemiyât - Kalb-i Selîm için, s. 147-156.

Eseri incelemek için tıklayınız.

________________________

[1]       Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 107; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XV, 527-8; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, XXII, 75.

[2]       Buhârî, “Savm”, 68; Müslim, “Sıyâm”, 19.

[3]       Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 360.

[4]       Bakî b. Mahled’in Müsned’inden naklen İbn Receb, Letâifu’l-Ma’ârif, 53.

[5]       3/Âl-i İmrân, 110.

[6]       İbn Hişâm, I, 236.

[7]       el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, II, 223; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XV, 527.

[8]       el-Buhârî, “Bed’ü’l-Halk”, 6.

[9]       Nesâî, “Sıyâm”, 43.

[10]    Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 249.

[11]    Müslim, “Sıyâm”, 30.

[12]    en-Nesâî, “Sıyâm”, 44; et-Tirmizî, “Fedâilu’l-Cihâd”, 3.

[13]    İbn Huzeyme, es-Sahîh, III, 191.

[14]    5/el-Mâide, 27.

[15]    İbn Receb, Letâifu’l-Ma’ârif, 234-5.

[16]    Buhârî, “Tetavvu'”, 14; Müslim, “Hacc”, 94; Ahmed b. Hanbel, III, 158.

[17]    el-Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân, III, 312, 377.

[18]    el-Buhârî, “Ebvâbu’l-Umre”, 4; Müslim, “Hacc”, 36.

[19]    49/el-Hucurât, 13.

[20]    Buhârî, “Mevâkîtu’s-Salâh”, 16.

[21]    el-Hâkim, el-Müstedrek, IV, 153; İbn Huzeyme, es-Sahîh, III, 192.

Ebubekir Sifil Hocamızın Kitaplarını İncelemiş miydiniz?