“Bu adam hayattayken, Hz. Peygamber’in (s.a.v) kabr-i şerîfini ziyareti ve yemine bağlanan talâkın vukuunu inkârından dolayı kendisine reddiye yazmıştım. Daha sonra durumundan ortaya çıktı ki, tek kaldığı nakillerde bu zata itimat edilmemesi gerekir. Çünkü –bu meselede olduğu gibi– acelecilikle kendi anladığı şeyi nakletmektedir. Onun ortaya koyduğu araştırmalara da güvenilmez. Zira hedef saptırmakta ve cidden haddi aşmaktadır. Bu zat, mahfuzatı çok olmakla birlikte, hafızasına aldığı şeyleri bir hoca vasıtasıyla yerli yerine oturtmamış, ilim dallarında kimseyi tercih etmemiş; bilakis kendi anlayışını esas almıştır. Üstüne üstlük de cür'etli, hayal hanesi geniş ve başkalarına çokça ta’n u teşnide bulunan birisidir. Daha sonra onun durumuyla ilgili olarak, sözlerinden tamamen yüz çevirmeyi gerektiren bilgiler bana ulaştı. Hayattayken insanlar onun gerçek yüzünü anlayıp görüşlerini reddetmek için kendisiyle konuştular. (Gerçek durumu anlaşılınca) Müslümanların/ulemânın icmâıyla hapis cezasına çarptırıldı. Yöneticiler de icmâ ile ortaya çıkan bu görüş üzere hareket etti. Daha sonra bu zat vefat etti. Ölümünden sonra bu zatı şahsî bir maksat için anıyor değiliz. "Onlar bir ümmetti; gelip geçti." (2/el-Bakara, 134, 41.) Ne var ki, bu zatın, gürültü çıkaran ve söz anlamayan tâbîleri var. Onlarla ve emsalleriyle konuşmaktan rahatsızız. Ancak halk –üzerinde durduğumuz husus gibi– bir kısım meselelerin cevabını bilmek mecburiyetinde…” (Fetâva’s-Sübkî, II, 210.) (Çev.)
Her biri, bir kaynak.