İslam’ın sonraki kuşaklara aktarımında kilit rolü bulunması sebebiyle ilk neslin, yani Sahabe kuşağının özel bir önemi vardır. Bu rolü inkârın imkânsızlığı dolayısıyla Sahabe hakkında farklı telakkilere sahip olan Mutezile, Şia gibi fırkalar, bu boşluğu başka/ikame unsurlarla doldurma yoluna gitmiştir.
Günümüzde tarihi ideolojik okumalara tabi tutmak suretiyle Ehl-i Sünnet’in Sahabe telakkisinin tartışma konusu yapıldığı görülmektedir. Hakem olayı da bu ideolojik okumalara zemin alınan unsurlardandır. Kaynak tenkidi alanında orijinalitesi ve işlevselliği ile emsalsiz bir yeri bulunan Hadis Usulü, tarih yazımı için de vazgeçilmez ilkeler içerdiği halde, İslam tarihi alanındaki çalışmaların Hadis Usulü’nden bağımsız faaliyetler olarak yürütülmesi sahih bir tarih bilincinin oluşumunu da engelleyen bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
İbn Asâkir Târîhu Dimaşk’ında Vekî’ b. el-Cerrâh’a atfedildiğini söylediği şöyle bir tesbit aktarır: “Muaviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz.”[1]
Sahabe hakkında bir “gözden çıkarılabilecekler listesi” tasarlayıp, Hilafet’i Saltanat’a dönüştürme sürecinde ve saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatler konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Muaviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir.
Hz. Mu’âviye’ye dokunmakla başlayan “Sahabe’ye ta’n” süreci bu noktada niye dursun ki? İkinci adımda, ona destek sağladığı için Amr b. el-Âs, çok (bunu “uydurma” diye okumalısınız) hadis rivayet ettiği ve İsrailiyat tarzı rivayetleri İslam kültürüne soktuğu söylenerek Ebû Hureyre ve Abdullah b. Abbas, üçüncü adımda hilafete geldiğinde akraba-yı taallukatını kayırdığı gerekçesiyle Hz. Osman, biraz daha ileride Hz. Ali’ye “başkaldırdığı” için Hz. Aişe…
Bu listenin sonu nasıl gelir dersiniz?
Tahmin yürütmeye gerek yok; zira vakıa bize varılacak noktayı fiili olarak zaten gösteriyor. Elbette bunun arkasından Şia, Havariç ve Mu’tezile’nin bildik iddiaları sökün edecektir: Kur’an’ın tahrifinden Hilafet’in gaspına, oluk oluk kardeş kanı akıtmaya kadar işlemedik kebair bırakmayan, kimilerine göre küfre batmış, kimilerine göre fısk-u fücura bulanmış bir topluluk!
İşte Vekî’ b. el-Cerrah’ı haklı çıkaran sürecin serencamı…
Denebilir ki: Ya bütün bunlar gerçekse? O zaman inceldiği yerden kopmalı değil midir?
Bu sorunun cevabı birbirini bütünleyen iki noktadan oluşur:
1. Tarih kaynakları bize, her zaman “en doğrusunu” aktardıklarına dair hiçbir güvence vermez. Bu kaynakların naklettiği herhangi bir hadisenin iç yüzünü öğrenmenin, hatta meydana gelip gelmediği konusunda karar vermenin yolu, Hadis alimlerinin hadislere uyguladığı sened ve metin tenkidi metotlarına baş vurmaktır. Bu demektir ki, tarihle iştigal edenlerimizin, aynı zamanda sened ilimlerine de vakıf olmak gibi bir mecburiyeti vardır. Aksi takdirde, aşağıda örneğini göreceğimiz türden kurguların gerçeğe dönüştürülüp tarih boyunca yaşatılması kaçınılmaz olacaktır. es-Sehâvî’yi, Tarih ilminin, Hadis ilminin alt dallarından birisi olduğunu vurgulamaya sevk eden amil bundan başkası değildir. [2]
2. Özellikle Sahabe arasında cereyan eden olaylar hakkındaki rivayetler konusunda edep ve saygı çerçevesinde hareket etmek, bize Efendimiz'in (s.a.v) tavsiye ve emridir. Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum/günahsız olduğunu söylemez. Ancak yüce dinimizi temel kaynakları ve pratiğiyle bize nakleden nesil olarak Sahabe’nin vazgeçilmezliğinin de farkındadır.
Demek istediğimiz odur ki, o dönemi ve olaylarını 1400 küsür yıl beriden yapacağımız kurgulamalarla sağlıklı biçimde okuyamayız. Kavim ve kabile taassubu, akrabalık ilişkileri, nüfuz ve çıkar beklentileri… vb. unsurların Din’in önüne geçirilmemesi gerektiğini bizler bugün basit bir muhakemeyle söyleyebiliyorken, bizzat vahyin ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) gözetim ve terbiyesinde yetişmiş, vahyin ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) övgülerine mazhar olmuş o nesil bunu akıl edememişti demek için bir daha, bir daha düşünmek durumundayız…
Meselenin “inceldiği yer”, Kur’an ve Sünnet’in güvenilirliği noktasıdır. Sahabe’nin güvenilirliği hakkındaki en küçük bir şüphe gölgesi doğrudan bu iki temel kaynağın üzerine düşecektir. İki sebepten:
Birincisi, bu iki kaynağın, Efendimiz (s.a.v) irtihal ettikten sonra kendi başlarına kaldıklarında en olmadık işler işleyen bir topluluğu meth-u sena etmesi, kendi güvenilirliklerini tartışma konusu yapması anlamına gelecektir. Bunun ucu, Sahabe’nin faziletleriyle ilgili ayet ve hadislerin yine Sahabe tarafından uydurulduğu sonucuna çıkmazsa akla ziyan tevillere çıkacaktır. Ya da Allâmu’l-guyub olan Yüce Rabbimiz’in “ezelî ve ebedî kelamı”nın ve bilhassa Din’in tebliği bağlamındaki söz ve fiilleri vahye dayanmak durumunda olan Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe kuşağı hakkındaki ifade ve tespitlerde “yanıldığı” anlamına gelebilecek bir yaklaşım söz konusu olacaktır ki, doğrudan Allah ve Peygamber inancına taalluk etmesi bakımından son derece tehlikelidir.
İkincisi, Kur’an ve Sünnet’i bize nakleden ilk nesil Sahabe’dir. Onların bu iki temel kaynağın anlaşılması ve aktarılması konusunda yeterince samimi ve güvenilir olmadıklarını ileri sürmek, sadece Sahabe ile sınırlı bir probleme işaret etmek anlamına gelmez, Din’in temelleriyle ilgili olarak Tevrat ve İncil’in başına gelenleri çağrıştıran çok ciddi soruları gündeme taşır.
Hakem olayı nasıl cereyan etti?
Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde kalarak örnek olayımızın incelenmesine geçebiliriz. Tarafları “tahkim” sürecine taşıyan olayların gelişimi, tarih kaynakları tarafından yaygın olarak –özetle– şu şekilde verilmektedir:
Sıffin Savaşı'nın aleyhlerine sonuçlanmak üzere olduğunu gören Amr b. el-Âs, Muaviye’ye, her halükârda kazançlı çıkacakları şöyle bir teklifte bulundu:
“Mushafları yukarıya kaldıralım ve karşı tarafa “Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun” diyelim. Hepsi toptan bu teklifi reddetmez. Onlardan bir kısmı buna yanaşmayacak, bir kısmı ise razı olacaktır. Böylece onların arasında bir tefrika meydana gelecek. Eğer hepsi toptan bu teklifimizi kabul edecek olursa, bu savaş (en azından) belli bir süreye kadar sona ermiş olacak. Dolayısıyla her durumda kazançlı çıkan biz olacağız.”
Bunun üzerine mushafları mızraklara bağlayarak havaya kaldırdılar ve “Bu Kitabullah’tır. Sizinle aramızda hükmü o versin…” dediler. Bunu gören Iraklılar (Hz. Ali'nin (r.a) askerleri) “Allah’ın Kitabı’na icabet eder ve ona döneriz” diyerek savaştan geri durdular.
Her ne kadar Hz. Ali (r.a) bunun, savaşı kaybetmek üzere olan Muaviye b. Ebî Süfyan, Amr b. el-Âs ve diğerlerinin hilesi olduğunu söyleyip “Muaviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Muayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve ed-Dahhâk b. Kays din ehli de değildir, Kur’an ehli de. Ben onları sizden iyi tanırım. Kendileriyle çocukluk çağında da yetişkinlik döneminde de birlikte oldum. Onlar çocukların da, yetişkinlerin de en şerlileriydi…” dediyse de kendi safında bulunanlar –ki Hz. Osman'ı (r.a) şehid edenler onlar arasındaydı ve bir kısmı sonradan “Haricîler olarak anılan ayrılıkçı grubu oluşturacaktı– kendisine kulak asmadılar ve savaşı durdurdular.
Muaviye ve Amr, hükmü, aralarında tayin edecekleri iki hakeme tevdi etmeyi ve onların vereceği karara razı olmayı teklif ediyordu.
Hz. Ali (r.a) çaresiz bu teklifi kabul etti. Bu defa da, aralarında el-Eş’as b. Kays, Zeyd b. Husayn, Mis’ar b. Fedekî gibi isimlerin bulunduğu mezkûr grup, Ebû Mûsa el-Eş’arî'nin (r.a) hakem olarak tayin edilmesini istediler. Hz. Ali (r.a), “O güvenilir birisi değildir. Benden ayrıldı; insanları da benden ayrılmaya teşvik etti…” dedi ve hakem olarak Abdullah b. Abbâs'ı (r.a) münasip gördüğünü söyledi. Mezkûr grup buna itiraz edince, Hz. Ali (r.a) Eşter’i teklif etti. Onu da kabul etmediler ve Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) isminde direttiler. Hz. Ali (r.a) gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Karşı tarafın hakemi ise Amr b. el-Âs idi.
Hakemler bu mutabakat çerçevesinde bir araya gelip ne yapacaklarını konuştular. Amr, Ebû Mûsa’ya şöyle dedi: “Ey Ebû Mûsa! Sen Resulullah'ın (s.a.v) arkadaşısın ve yaşça benden büyüksün. Önce sen konuş, sonra ben konuşayım.” O, böyle yapmakla, bütün müzakere boyunca Ebû Mûsa’yı önce davranmaya alıştırmayı, sonunda da nihai kararlarında önce onu konuşturarak Hz. Ali'yi (r.a) azl ettirmeyi tasarlıyordu.
Oysa Ebû Mûsa’nın beraberinde bulunan Abdullah b. Abbâs ve diğerleri kendisini bu konuda sürekli uyarıyor ve Amr b. el-Âs’ın hilekârlıklarına karşı uyanık davranmasını tembihliyordu.
Müzakere şöyle cereyan etti: Amr, Ebû Mûsa’ya Muaviye’nin halife olarak atanmasını teklif etti. O kabul etmedi. Bunun üzerine kendi oğlu Abdullah’ı önerdi. Ebû Mûsa onu da kabul etmedi. Sonra ona kimi uygun gördüğünü sordu. Ebû Mûsa, Hz. Ömer'in (r.a) oğlu Abdullah’ı önerdi. Amr razı olmadı.
Nihai karar olarak her ikisi de Hz. Ali (r.a) ve Hz. Muaviye'yi (r.a) azletme konusunda ittifak ettiler. Yine ortak kararlarına göre, onları azlettikten sonra kimin halife seçileceği konusunda iş, Sahabe’nin ileri gelenlerinden oluşturulacak bir şuraya havale edilecekti.
Bu kararları topluluğa ilan etmek üzere, Amr’ın ısrarıyla önce Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a) ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Amr b. el-Âs ile Ali ve Muaviye’nin ikisinin de azli ve bu ümmetin işinin şuraya havalesi konusunda anlaştık. Bu anlaşma doğrultusunda işte ben şu kılıcımı (bir rivayete göre yüzüğümü, bir başka rivayete göre sarığımı) çıkardığım gibi Ali ve Muaviye’nin her ikisini de azlediyorum.”
Arkasından Amr b. el-Âs (r.a) ayağa kalktı ve şunları söyledi: “Ebû Mûsa’nın söylediğini işittiniz. O, Ali’yi azlettiğini hepinizin huzurunda açıkladı. Ben de onunla birlikte Ali’yi azlediyorum. Muaviye’yi ise yerinde bırakıyorum.”
Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsa’yı –gösterdiği basiretsizlik ve zaaftan dolayı– kınayıp azarladı. Ebû Mûsa, Amr b. el-Âs’a, sözünde durmadığını söyleyerek ağır sözler sarf etti, o da aynıyla mukabelede bulundu. Hz. Ali (r.a)’ın heyetinde bulunan Şurayh b. el-Hâni, Amr b. el-Âs’a saldırarak ve ağır sözler söyleyerek kılıcıyla (bir rivayette kamçısıyla) vurdu, o da karşılık verdi, derken orada bulunan diğerleri araya girip tarafları birbirinden ayırdılar.[3]
Anlaşmazlıkla sonuçlanan Hakem Olayı'nın tarih kaynakları tarafından hemen hemen ittifakla nakledilen serencamı özetle böyledir.
Hadisenin ayrıntılarıyla tahlili, kitap çapında bir çalışma gerektirmektedir. Konuyla yakından ilgilenenler, detaylara indikçe, olayların cereyan tarzıyla ilgili anlatımlardan, karşılıklı diyaloglara kadar pek çok noktada birbirini tutmayan nakillerle karşılaşacaklardır. Şüphesiz bunlar da önemli olmakla birlikte, bu yazının çerçevesini aşmamış olmak için burada sadece hadisenin can alıcı noktalarıyla ilgileneceğiz.
Hadisenin yukarıda özetlediğimiz şekilde takdim ve kabulünde birçok sıkıntı mevcut:
1. Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a), basiretsiz, gafil ve “saf” birisidir! Amr b. el-Âs (r.a) gibi kurnaz (!) ve deha seviyesinde zeki birisinin yapacağı hileyi sezememiş, onun tuzağına düşmüştür!
O Ebû Mûsa (r.a) ki, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Yemen bölgesinin zekât memurluğuna tayin edilmiş, Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemlerinde Basra ve Kûfe’de valilik ve kadılık yapmıştır. Nusaybin, Dinever, Kum, Kâşân gibi birçok şehrin fethinde bulunmuştur. Ehvaz ve İsfehan’ı fetheden de odur. Tabiun’un ileri gelenlerinden alimlerinden eş-Şa’bî, ulemanın 6 kişiden ibaret olduğunu söylemiş, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit ve Übeyy b. Ka’b (Allah hapsinden razı olsun) ile birlikte onun da adını zikretmiştir.[4] Bu rivayetlerin bize tanıttığı saf, muğfel ve dirayetsiz (!) kişi ile Ebû Mûsa el-Eş’arî aynı kişi olabilir mi?
2. Amr b. el-Âs (r.a), göz göre göre yalan söylemekte, sözünde durmamakta ve Müslümanları aldatmakta bir sakınca görmemiştir!
3. Üstelik Ebû Mûsa (r.a), “ortaklaşa” vardıkları kararı açıklarken, Amr b. el-Âs'ın (r.a) o müthiş dehası, bu mutabakatı bozarak tek başına verdiği hükmün hiçbir değeri olmayacağını, bundan da öte, başvurduğu bu “ucuz kurnazlığın” kendi değerini küçültmekten başka bir işe yaramayacağını kestirmeye yetmemiştir!
4. Orada bulunanlar (ki kaynaklar her iki taraftan da 400’er kişinin orada bulunduğunu belirtmektedir ve aralarında Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. ez-Zübeyr, el-Muğîre b. Şu’be… gibi sahabîler vardır), kısa süreli olarak yaşanan arbedede karşılıklı itiş-kakış ve “sövüşmeler” dışında niçin bir şey yapmamıştır? Niçin kimse Amr b. el-Âs'a (r.a) içeride ne konuştuklarını ve cemaatin huzurunda söylediklerinin içeride konuştuklarına uygun olup olmadığını sormamıştır?
Bütün bunlar bize, Hakem Olayı hakkında tarih kaynaklarının yaygın olarak birbirlerinden aktardığı bu olayda bir gariplik bulunduğunu söylüyor. Bu durum, fırkalaşma süreci sonrasında kaleme alınmış olan Tarih kaynaklarında mevcut malumata niçin ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini izah eden unsurlardan birisini oluşturmaktadır.
Hakem olayını aktaran rivayetin durumu
Muttali olabildiğimiz kaynaklar arasında sadece İbn Sa’d[5], İbn Cerîr et-Taberî, İbn Asâkir ve İbn Kesîr olayı sened zinciriyle vermektedir. et-Taberî ve İbn Kesîr’in nakilleri Ebû Mıhnef Lut b. Yahya (157/773) isimli ravi kanalıyla gelmiştir.[6]
el-Megâzî, es-Sakîfe, er-Ridde, Fütûhu’ş-Şâm, Fütûhu’l-Irâk, Sıffîn… ve daha pek çok kitabının bulunduğu nakledilen bu zat, Hakem Olayı hakkında da müstakil bir eser yazmıştır.[7]
Ezcümle onun hakkında Ebû Hâtim “Metrûku’l-hadis’tir” (hadisleri terk edilmiştir)[8], ed-Dârekutnî “Zayıftır”[9] ve İbn Ma’în “Sika (güvenilir) değildir” ve “Bir şey değildir”[10] demişlerdir.
İbn Adiyy bu zatın biyografisini verirken İbn Ma’în’in yukarıda zikrettiğimiz ifadelerini aktardıktan sonra şunları söyler: “Onun hakkındaki bu tesbitte (diğer) imamlar da İbn Ma’în ile muvafakat halindedir. (…) Bu zat fanatik bir şiidir….”[11]
İbn Adiyy’in burada kullandığı –ve bizim “fanatik” olarak çevirdiğimiz– ifadenin orijinali “yandı, helak oldu” anlamındaki “حرق” kökünden “محترق” (muhterık)tır. Rical/Cerh-Ta’dil kitapları bu ifadeyi, itikadî görüşlerinde aşırıya kaçan, mensubu olduğu bid’at mezhebin ateşli bir şekilde savunuculuğunu yapan kimseler, özellikle de Rafıziler hakkında kullanır.
Dolayısıyla İbn Adiyy’in Ebû Mıhnef hakkında bu ifadeyi kullanması son derece anlamlıdır. Bilindiği gibi Hadis otoriteleri, bid’ati küfre varmadıkça, yahut bid’atinin propagandasını yapmadıkça şahsında güvenilir ve doğru sözlü olan bid’at ehlinin rivayetlerini kabulden imtina etmemişlerdir. Böyleyken Ebû Mıhnef hakkında herhangi bir ta’dil ifadesi göremeyişimiz şaşırtıcı değildir.
Hafız ez-Zehebî güvenilirlik noktasında bu zatın, Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. el-Hakem’in dengi olduğunu söyler ki[12] yine ez-Zehebî tarafından Mîzânu’l-İ’tidâl’de mezkûr zevattan ilk ikisi hakkında şu bilgilerin nakledildiğini görüyoruz:
Seyf b. Ömer: Zayıftır. Beş para etmez. Bir şey değildir. Terk edilmiştir. Zındıklıkla itham edilmiştir. Hadislerinin tamamı münkerdir.[13]
Abdullah b. Ayyâş: Ahbarîdir, saduktur.[14]
Avâne b. el-Hakem hakkında ise İbn Hacer, “Osmanî” olduğu ve Emeviler lehine haberler uydurduğu bilgisini verir.[15]
Şu halde, ez-Zehebî tarafından bu zatlarla aynı kefeye konan Ebû Mıhnef’in, haberlerine güvenilmez birisi olduğu açıktır ve Hakem Olayı da başka ve “güvenilir” bir ravi tarafından aktarılmadıkça şüpheyle karşılanmak durumundadır.
et-Taberî’de yer alan senede göre onun bu haberi dayandırdığı kişi, Ebû Cenâb (Yahya b. Ebî Hayye) el-Kelbî’dir. Bu zat hem zayıftır, hem de Hakem Olayı'nın yaşandığı zamandan çok sonra dünyaya gelmiş olması gerektiği halde olayı sanki bizzat görmüş gibi –mürsel olarak– aktarmıştır. Bu da, olayı aslında başka birisinden işittiğini, ancak ismini herhangi bir sebeple zikretmediğini gösterir. Bu zat hicrî 147 yılında vefat etmiştir. Hatta vefat tarihini 150 olarak verenler de vardır.[16] Dolayısıyla bu zatın 38 yılında meydana gelmiş bir olayı bizzat görgü şahidi sıfatıyla aktarabilmesi için bu tarihte yetişkin olması gerekir. Bu yaşı 20 olarak farz edersek, bu zatın 129 veya 132 yıl yaşadığını söylemek gerekecektir. Dolayısıyla onun bu olayı bizzat görüp yaşamış olması normal şartlarda mümkün görünmemektedir.
İbn Kesîr ise Hakem Olayı'nı Ebû Mıhnef ← Muhammed b. İshak ← Nâfi’ kanalıyla aktarmıştır. Hadis tenkitçileri, Muhammed b. İshak’ın Nâfi’den rivayetlerinin sıhhati konusunda mütereddit davranmışlardır.[17]
İbn Sa’d’ın nakline gelince[18], aşağıdaki kusurlarla maluldür:
A. Senedinde İbn Ebî Sebre vardır. Hadis otoriteleri bu zatın yalancı ve hadis uyduran birisi olduğunu söylemiştir.[19]
B. Yine aynı senedde yer alan el-Vâkıdî’nin rivayetleri terk edilmiştir..[20]
C. Aynı senede bulunan İshâk b. Abdillah b. Ebî Ferve’nin durumu da aynıdır.[21]
Şu halde “Hakem Olayı” diye tarih kaynaklarında yaygın olarak nakledilen kıssanın itimada şayan olmadığını, aksine, olayın bu şekilde nakledildiği senedlerin her birinde, Hadis otoriteleri tarafından en ağır ifadelerle cerh edilmiş kimselerin bulunduğunu söylemek zorundayız.
İbn Asâkir de bu olayı –araştırabildiğimiz kadarıyla– iki yerde vermektedir. Bunlardan birisi[22] İbn Sa’d kanalıyladır ki, İbn Sa’d’ın ravilerinin durumu yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Diğer sened ise yine İbn Ebî Sebre kanalıyla –ve muhtemelen el-Vâkıdî’nin nakli olarak[23]– gelmektedir.
Bütün bunlar, “Hakem Olayı” diye nakledilen hadisenin cereyan tarzı hakkında ciddi şüpheler duymak için fazlasıyla yeterlidir. O halde hakem olayı gerçekte nasıl cereyan etmiştir?
Olayın Aslı
Büyük hadis hafızı Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserinde bu olay hakkında bizi şöyle uyarıyor:
“Güvenilir imamların naklettiğine göre hakemler, aralarında Abdullah b. Ömer'in de (r.a) bulunduğu güzide bir topluluğun huzurunda bir araya geldiler. Bu toplantıda Amr b. el-Âs, Muaviye'yi (r.a) azletti.
“ed-Dârekutnî şöyle nakletmiştir: Amr b. el-Âs, Muaviye’yi azlettikten sonra Hudayn b. el-Münzir (Hz. Ali'nin (r.a) sadık arkadaşlarındandır) gelip Muaviye’nin çadırının yanında çadırını kurdu. Muaviye Amr’ın ne yaptığını haber almıştı. Hudayn’a birini göndererek Amr b. el-Âs’a gitmesini ve neler olup bittiğini sorup öğrenmesini istedi. Hudayn Amr’ın yanına gitti ve Ebû Mûsa el-Eş’arî ile ne yaptıklarını, nasıl bir karara vardıklarını sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu konuda herkes bir şey söyledi. Allah’a yemin ederim ki iş insanların söylediği gibi olmadı. Ben Ebû Mûsa’ya, “Bu iş (hilafet) hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Bu işin, Resûlullah (s.a.v.) vefat ederken kendilerinden razı olduğu bir gruba (ileri gelen sahabîlerden oluşacak şuraya) havale edilmesini uygun görüyorum” dedi. “Beni ve Muaviye’yi nereye koyuyorsun?” dedim. “Eğer sizden yardım istenirse, edersiniz. Eğer size ihtiyaç duyulmazsa, zaten Allah’ın emri oldum olası sizden müstağnidir” karşılığını verdi.
“Bu, Muaviye’nin kendisini heder etmesine sebep olan haberdi. Muaviye’ye gittim ve olayın, aynen duyduğu gibi cereyan ettiğini söyledim. Muaviye, olayın nasıl cereyan ettiğini öğrenince, Ebu’l-A’ver ez-Zekvânî isimli kişiye, Amr b. el-Âs’ı alıp kendisine getirmesi için haber gönderdi. (…) Amr durumu haber alınca hemen eğersiz bir ata binerek Muaviye’nin çadırının bulunduğu yere doğru sürdü. Bir yandan da şöyle diyordu: “Ey Muaviye! Azgın deve süt kabını doldurdu.”[24] Muaviye ise şöyle karşılık verdi: “Umarım öyledir! Ama sen sütü sağana kastettin; hem burnunu kırdın, hem de süt kabını devirdin!”[25]
Bu nakilden sonra Ebû Bekr b. el-Arabî, hadisenin önünün de arkasının da bundan ibaret, bunun dışındaki –yukarıda özetle naklettiğimiz– rivayet ve nakillerin ise güvenilmez olduğunu vurgulamaktadır.
Nitekim el-Mes’ûdî bu olayı, diğer kaynaklarda verildiği gibi aktardıktan sonra şöyle der:
“Söylendiğine göre hakemler arasında, sahifeye[26] kaydedilenden, Ebû Mûsa’nın, Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü kabulü ve yukarıda zikrettiğimiz diğer hususlardan başka bir konuşma olmamıştır. Hakemler de görüşme sonrasında herhangi bir deklarasyonda bulunmamıştır. Görüşme esnasında Amr, Ebû Mûsa’ya, “Kimi önerdiğini söyle, düşüneyim” demiş, o da İbn Ömer ve (daha başkalarını) önermiş ve şöyle demiştir: “Ben isim verdim. Şimdi de sen ver.” Bunun üzerine aralarında şu konuşma cereyan etmiştir:
- “Sana bu ümmetin en kuvvetlisini, görüşü en sağlam olanını ve siyaseti en iyi bilenini söyleyeceğim: Muaviye b. Ebî Süfyân!”
- “Hayır vallahi o bu işin ehli değil.”
- “O zaman ondan daha aşağı olmayan birisini söyleyeyim.”
- “Kimdir?”
- “Abdullah b. Amr b. el-Âs.”
Bunun üzerine Ebû Mûsa, Amr’ın kendisiyle dalga geçtiğini anlamış ve “Bunu mu yapacaktın, Allah sana lanet etsin” demiş, karşılıklı sövüşmüşler ve Ebû Mûsa oradan ayrılarak Mekke’ye gitmiştir.[27]
Olayın aşağı-yukarı bu tarzda cereyan ettiğini gösteren bir diğer rivayet de Abdürrezzâk ve et-Taberî tarafından nakledilmiştir. Buna göre Ebû Mûsa (r.a) ile Amr b. el-Âs (r.a) konuyu müzakere etmek üzere bir araya geldiklerinde Ebû Mûsa (r.a) Abdullah b. Ömer'i (r.a) Amr b. el-Âs (r.a) ise Muaviye b. Ebî Süfyân'ı (r.a) önermiştir. Ancak taraflardan hiçbiri diğerinin önerdiği ismi kabul etmemiş, derken ortam giderek gerilmiş, sonunda hakemler birbirlerine kötü sözler sarf ederek görüşmeyi kesmişlerdir. Vardıkları noktayı kendilerini bekleyen kalabalığa aktarmak üzere dışarı çıktıklarında Ebû Mûsa (r.a) söze başlamış ve şöyle demiştir:
- “Ey insanlar! Amr b. el-Âs’ın durumu, Yüce Allah’ın, “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da, kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu, köpeğin durumu gibidir. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumu böyledir. Şimdi onlara bu kıssayı anlat; belki düşünürler”[28] ayetinde anlattığı kimse gibidir.”
Ardından Amr (r.a) söz almış ve şöyle demiştir:
- “Ey insanlar! Ben de Ebû Mûsa’nın durumunu, Allah Teala’nın şu ayette anlattığı kimseye benzetiyorum: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların hali ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[29]
Daha sonra hakemlerden her biri, yukarıda zikredilen benzetmeleri İslam merkezlerine de yazarak görüşmeyi bitirip ayrılmışlardır.[30]
Her ne kadar ez-Zührî tarafından mürsel olarak nakledilmiş ise de[31] bu, “Hakem Olayı” hakkında bize bilgi veren ve senedine muttali olabildiğimiz rivayetler içinde en güvenilir olanıdır.[32] ez-Zührî’nin mürsel rivayetleri hakkında Hadis tenkitçilerinin kanaatleri muhteliftir. Onun mürsel rivayetlerine değer vermeyenler olduğu gibi, onlara güvenileceğini söyleyenler de vardır. Olumsuz kanaatte olanlar ekseriyeti oluşturmuştur.[33]
Ancak her halukârda bu rivayetin, senedinde Ebû Mıhnef, el-Vâkıdî, İshak b. Abdillah b. Ebî Ferve ve İbn Ebî Sebre’nin yer aldığı nakillere nazaran tercihe daha şayan olduğu açıktır.
Vallahu a’lem.
İktibas: Ebubekir Sifil, İhyâ ve İnşâ.
[1] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 210.
[2] es-Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh, 44.
[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, III, 19-20; et-Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, V, 70-1; Ebû Hanîfe ed-Dîneverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, 188-201; el-Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 400 vd.; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LIX, 118-9; İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, III, 369 vd.; ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm, III, 551, İbnu’l-Esîr el-Kâmil, III, 205 vd.; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, X, 573; İbnu’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb, I, 215; İbn Haldun, Târîhu İbn Haldûn, II, 632 vd..
Zikrettiğimiz kaynaklardan kimi hadiseyi detaylı olarak verirken, kimi özet olarak anlatmıştır. Ancak hakem olayının gelişimi ve sonuçlanış şekli hepsinde aynı minval üzere yer almaktadır.
[4] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 212, DİA, x, 190-2.
[5] İbn Sa’d mezkûr eserinde bu olayı –tesbit tesbit edebildiğimiz kadarıyla– iki yerde zikretmiştir. Yukarıdaki dipnotta verdiğimiz yerde sened tam olarak zikredilmemektedir. Aşağıda yapacağımız sened kritiği, rivayetin senedli olarak geçtiği yere aittir.
[6] Hakkında geniş bilgi için bkz. Yahya İbrahim el-Yahya, Merviyyâtu Ebî Mıhnef fî Târîhi’t-Taberî.
[7] A.g.e, 47 vd.
[8] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 182.
[9] ed-Dârekutnî, ed-Du’afâ,146.
[10] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, 3/419-420; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 492.
[11] İbn Adiyy, el-Kâmil, VI, 93.
[12] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII, 302.
[13] ez-Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, II, 255.
[14] A.g.e., VII, 470.
Burada geçen “sadûk” tabiri, ez-Zehebî tarafından “cerh” ifadesi olarak kullanılmıştır. Mîzânu’l-İ’tidâl’in başında (I, 4) ez-Zehebî, cerh-ta’dil lafızlarını mertebeler halinde zikrederken cerh tabirlerinin sonlarında “sadûktur, ancak bid’atçidir” ifadesini de zikrder ki, Abdullah b. Ayyâş hakkında da cerh maksatlı kullanıldığı açıktır.
[15] İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV, 386.
[16] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 177.
[17] A.g.e., IX, 40.
[18] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 448.
[19] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XII, 32.
[20] ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IX, 462-3.
[21] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, I, 211.
[22] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXVI, 172.
[23] İbn Asâkir bu olayı nakletmeden önce el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den bir nakline yer verir. Hemen ardından da Hakem olayının nakline geçer ve nakle “İbn Ebî Sebre şöyle dedi…” diye başlar. Dolayısıyla bu da el-Vâkıdî’nin İbn Ebî Sebre’den rivayetinin aktarımı olmalıdır.
[24] Bu deyim, umulmadık bir iş meydana geldiğinde söylenir. Azgın deve kendisinden süt sağılmasına normal şartlarda müsaade etmez. Süt kabını dolduracak kadar sağılmasına izin vermesi normal dışı bir durumdur.
[25] Ebû Bekr b. el-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, 310-311.
[26] İki hakem görüşmeye geçerken Amr b. el-Âs (r.a), aralarında konuştuklarının, ikisinin de onayladığı ifadelerle zabta geçirilmesini teklif etmiş, Ebû Mûsa (r.a) da bunu kabul etmiş, böylece, konuştukları kayda geçirilmiştir. Bu belgeyi Amr b. el-Âs (r.a) yanına almıştır. Yukarıda kastedilen “sahife” budur.
[27] el-Mes’ûdî, II, 411.
[28] 9/el-A’râf, 175.
[29] 17/el-Cumu’a, 5.
[30] Abdürrezzâk, el-Musannef, V, 465; et-Taberî, V, 58.
[31] Zira ez-Zührî 50 veya 51 (670 veya 671) yılında dünyaya gelmiştir. Hakem olayının cereyan ettiği tarih ise 38/658’dir.
[32] Ebû Bekr b. el-Arabî’nin naklettiği metni kaynağından inceleme imkânımız bulunmadığı için onu istisna ediyoruz.
[33] Geniş bilgi için bkz. el-Alâî, Câmi’u’t-Tahsîl, 90-1.
Her biri, bir kaynak.