Bu sayıda zihin kurcalayan, istikamet şaşırtan ve kalp kimyasını bozan temel bir “mesele” ile karşınızdayız: Modernizm.
İslam’ın kaynaklarına, tarihte ortaya konulmuş pratiklerine, inşa ettiği ferde ve topluma ve bugüne ne söylediğine ilişkin olarak kafa karıştıran soru işaretlerinin, nereden kaynaklandığını sormayı çoğumuz akıl edemiyoruz. Din adına ortaya atılan yeni keşiflerin bizi çarpması, toplum olarak, “Meğer bugüne kadar bize öğretilenler yanlışmış; işin aslı öyle değilmiş” tarzı cümleler kurmaya hazır bir algı durumuna, böyle bir kıvama getirilmiş olmamızdandır. “Tedeyyün”, tabiatı icabı bu kadar kolay yapı-bozumuna uğrayan bir hâl değil oysa...
Kafa karıştırıcı soru işaretlerinin ve dini, kolayca değişiveren bir “tasavvur”a indirgeyen şeyin ne olduğu sorusunu sormayı akıl edenlerimizin önemlice bir kısmı ise cevap olarak “bireysel sapmalar”ı işaretliyor. Şu veya bu ilahiyat profesörünün dudak uçuklatıcı “fetvaları ya da tespitleri, evet belki onaylanmıyor büyük kitle tarafından, ama ona bunu dedirtenin ne olduğunu sorduğunuzda cevap, “delidir, ne yapsa yeridir” kabilinden, onun bireysel şaşırmışlığına yapılan bir göndermeden ibaret oluyor büyük ölçüde.
Oysa bu topraklarda resmî olarak Tanzimat’tan bu yana, fiilî olarak ise Cumhuriyet’le birlikte İslam’ın modernizasyonu bilinçli, planlı ve çok yönlü bir operasyon olarak yürürlükte bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz “şu veya bu ilahiyat profesörü”nün yahut şu veya bu kanaat önderinin yaklaşımlarının ilk ve son olmaması ve hatta onların, meselenin “fazla öne çıkmış” bir görüntüsünden ibaret bulunması bu yüzdendir.
Modernizm’in bu topraklardaki serüveni üzerine kafa yoranların genellikle gözden kaçırdığı bir nokta var: Fazlur Rahman’dan yapılan çeviriler öncesinde “modernizm”den ziyade “reform”u konuşuyorduk. Efgani ve Abduh isimlerinin Luther çağrışımıyla birlikte anılması ve başını onların çektiği ekolün faaliyetlerinin, “reform” kavramı ile ifade edilmiş olması bunun en bariz göstergesidir. O süreçte “modernleşme”yi anlatmak için kullanılan yaygın tabir “asrileşme”dir; ancak “asrileşme” denince genellikle profan/din dışı bir hayatı benimseme tavrı anlaşılmıştır. Yani “Müslümanlığın asrîleşmesi” söz konusu değildir henüz.
Bugüne geldiğimizde ise kitap isimleri yahut makale başlıkları arasında “Dinde reform”un bulunmaması, onun yerine “İslam modernizmi”, “Modern İslam düşüncesi”, “din anlayışının revize edilmesi/yenilenmesi” veya benzeri terkiplerin yaygınlık kazanması en dikkat çekici olgu olarak görünüyor. Bunun sebebi sadece “İslam modernizmi” vb. tabirlerin “dinde reformculuk”a göre daha az tepki uyandıran, daha olumlu, entelektüel boyutu olan, daha süzme, hatta belki “daha az zararlı” (?!) çağrışımı yapıyor olması mıdır? Şüphesiz hayır! Asıl sebep, yukarıda sözünü ettiğimiz operasyon çerçevesinde toplum-din ilişkisi alanında yaşanan bir değişim, daha doğrusu bir “takdim-tehir”dir. “Dinde reform” döneminde din reforme edilerek onun üzerinden ulema ve giderek toplum dönüştürülmek isteniyordu; bugünse din, değişen toplumun talepleri doğrultusunda dönüştürülmek isteniyor. Dönüşüme direnen ulemanın terk-i dünya ettiği bir vasattayız; toplum değişmiş durumda ve din ona ayak bağı olmaktan uzaklaştırılmak isteniyor.
Reform aşamasında, ulema olmasa da toplum bu dönüşüme refleksif olarak tepki gösterecek kıvamda idi. Şimdi ise dinî hassasiyetlerinin canlı olduğu farz edilen muhafazakâr kesim öyle bir dönüşüme uğramış durumda ki, yenilikçilik, ictihad, tecdid, çoğulculuk, özgürlükler, insan hakları, barış... gibi büyülü kavramların eşliğinde 1400 yıllık birikim ve tecrübeye burun kıvırarak bakıyor ve Modernite’nin amentüsüyle çelişmeyecek “yepyeni” bir İslam tasavvuru yolunda atılan her adımı çabucak ve içtenlikle benimsiyor, alkışlıyor! Şüphesiz bu durum, Modernite’nin inşa ettiği yepyeni bir birey ve toplum gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Modernite, sadece bizde gerçekleştirdiği bu dönüşüm sebebiyle değil, bütün bir İslam dünyasında, hatta bütün dünyada yol açtığı dinî, kültürel, sosyal, ekonomik, teknolojik, siyasî... sonuçlar dolayısıyla Müslümanların kalıcı gündemini oluşturmalıdır. Böyle bir olgunun, bir dergi formatı içinde bütün boyutlarıyla ele alınması mümkün de değildir, doğru da. Bu sebeple Rıhle’nin bu sayısında konunun bazı veçhelerini yansıtmaya çalıştık.
Tadımlık Okumak İster misiniz? Buraya tıklayınız.
SAYFA SAYISI: 143
DİLİ: TÜRKÇE
Öne Çıkan Ürünler